Moskova'da Smolenskaya Meydanında, eve yakın bir
kafede arkadaşları bekliyorum. Her taraf süslü, tatlılar her zamankinden
çekici. İnce ince kar yağıyor bir yandan. İyimser bir hava hakim şehre. Yine de her yılbaşı akşamı olduğu gibi kaynağı belirsiz bir hüzün dalgası depreşiyor içten içe.
Kafenin bahçeye bakan arka duvarı bütünüyle
camla kaplı. Dışarıyı izliyorum oradan. Bir kaç yüksek ağaç var karlı
bahçede. Ama süslü, yapma bir çam da duruyor aralarında. Küçük, rengârenk
küreler, kozalaklar asılmış dallarına. Işıklandırılmış. Yanı başında ise
bir geyik heykeli duruyor. Bembeyaz tellerden örülmüş bir gövde bu ve
ışıklandırılmış o da.
Dayanamayıp tatlı söylüyorum kendime. Bir süre içerideki yılbaşı süslemelerini ve
karlı bahçeyi seyrettiğim kafede, çataldan ısrarla kaçan ve benimle tuhaf bir
oyuna girişen o küçük üzüm taneleri anneannemi hatırlatıyor. Onca ikramdan
sonra ayrılırken ceplerimi üzümle doldurmaya çalışan halleri geliyor aklıma.
Bütün bir yılı ve yılın sonunu kafamdan geçirirken anneannemin o çok kıymet verdiği
yapraklı takviminin son sayfasını koparırken ne hissetmiş olabileceğini düşünüyorum.
Yılbaşından bir gün önceydi. Onun evindeydim.
Sade bir oturma odası vardı. Sobadaki çaydanlığın tıslaması, ateşte patlayan
odunların çatırtısı garip bir huzur veriyordu. Sanki ses değildi bunlar da
sessizliği büyütüyordu. Muşamba ile örtülü tahta bir masa dururdu köşede.
Masadaki eski model radyonun üzerine dantel örtülmüştü. Duvar boyunca uzanan
divan, halı yastıklarla, örtülerle bezenmişti.
O divanda oturuyordum işte. Bir çocuk dergisi
uzattı. Ziraat Bankasının başak çocuk dergisiydi sanırım. Büyülenmiş gibi
bakıyordum renkli resimlere. O ise gıcırtılı radyosunda ajansları ciddiyetle
dinledi önce. Sonra da takviminden kopardığı
sayfadaki bütün yazıları yüksek sesle okudu. Ağır ağır tekleyerek de olsa
okuyordu. Anlıyordu okuduğunu. Onun şartlarında doğru düzgün okul imkânı olmamıştı. Bir hikâye okudu önce. Sonra da özlü bir söz. Açıklamaya çalıştı.
Bir ara gözüm, kalan son takvim yaprağına
ilişmişti. Anneannem yaprakları her gün, akşamın belli bir saatinde ve bir
tören havasında koparıyor ve okuyordu. Zamana, zamanın hükmüne saygısı vardı.
Kafede o üzüm taneleri anneannemi
hatırlattığında son yaprağı koparırken ne düşünmüş olabileceği geldi aklıma
işte. Mavi gözlerine, aydınlık yüzüne belli belirsiz bir keder mi yerleşmişti?
Kaynağı belirsiz, geçmişten mi geldiği, geleceğin habercisi mi olduğu
anlaşılamayan bir gölge mi düşmüştü bakışlarına? Yalnızlığı mı depreşmişti?
Yoksa minnet mi duymuştu, şükür mü etmişti yılın sonu geldiğine, son yaprağı
koparabildiğine. Neler düşünmüştü, neyin muhasebesini yapmıştı?
Hangi takvimi kullanıyorsak kullanalım son
günü geldiğinde bunun bir etkisi var galiba. Buna takvim etkisi de diyebiliriz belki. Biten ya da yeni başlayan bir şey
yoktur ama işinizi gücünüzü, bütün hayatınızı buna göre ayarladığınız bir
takvim kullanıyorsanız son yaprağı koparırken bir muhasebe yapmaktan
kaçamazsınız. Başaramazsınız bunu. Bazen eliniz yanmadan koparamazsınız son
yaprağı.
Yabancı bir şehirde mesela bütünüyle başka bir
kültürün içinde oluşturulan süslemelerin, ortamların yarattığı bazı ortak
duygulardan söz edemez miyiz?
Yağmurun, karın yağmasının, hangi şehirde
olunduğundan bağımsız bir etkisi yok mudur? Süslenen bir ağacın, aydınlatılmış
sokakların, vitrinlerin albenisinin, kurdeleli hediye paketlerinin bir etkisi
yok mudur nerede olunursa olunsun?
Geçmişe bakmaktan uzak durabilir miyiz,
anların gücünden kaçabilir miyiz böyle zamanlarda? An’lar tekrarı mümkün
olmadığı için, hiç bir zaman aynı hislerle, aynı düşüncelerle
tekrarlanamadıkları için mi güçlüdür?
Ansızın karşımıza çıkan bir ses, bir görüntü
ya da bir koku geçmişe açılan bir kapı oluyor bazen. O üzüm taneleri gibi.
O yılbaşı gecesi anneannem dayımlarda
olacaktı, öyle söylemişti. Yaprağı gitmeden önce kopardığında ne düşündü acaba?
Bilmiyorum.
Bizim ev kalabalıktı. Eğlence programları öncesinde, TRT’de karlı
bir atmosferde geçen, romantik bir yılbaşı filmi seyretmiştik. Filmdeki evlerin
karlı bahçelerinin, ışıklandırılmış hallerinin, yılbaşında mutlu bir sona
uzanan hikâyelerin gücünü, bizi bir yerlerden sıkıca yakalamasını, mutfakta pişen tavuk veya hindi etinin kokusunu ve portakal kokularını, evde toplananların, ailenin, eşin dostun cıvıltısını unutmamıştım.
O takvim etkisinden, dönem sonu muhasebe
işlemlerinden kaçamıyorsunuz. Bu etkinin gücünü hafife almamalı insan. Hayatta
hiç bir şeyi hafife almamalı aslında. Kimse hiçbir şeyden muaf değil, kimsenin
böyle bir gücü yok. İçinde olduklarımız ne ölçüde bize, bizim başarılarımıza
ait belli değil. Kimse hiçbir şeyle böbürlenmemeli bu yüzden. Sahip
olduklarıyla rahatsız etmemeli etrafı. Sahip olamadıklarının sorumlusunu
tamamen kendisi de addetmemeli. İnsan kendi çizgisini değiştirebilecek
güce sahip olan bir varlık yine de. Ve koşullar dediğimiz mesele çok önemli
olsa da insanların üzerindeki yükler çok ağır olsa da insancıl bir çizgi olmalı
yine de. Kırıp dökmenin bahanesi olmamalı. İnsan insan olmaya mahkûm olmalı.
Sadece böyle muhasebeler yapmaya gerek yok
elbette, eğlenmeli de insan, gülmeli de, güldürmeli elbet. Aydınlatabilmeli
etrafını. Yılbaşı günleri bunun için iyi fırsat olsa gerek.
Karlı bir yılbaşı gecesi, hüzün çöküyor ve
böyle tuhaf şeyler düşünüyorum işte. Sonra Nazım’ın Yılbaşı şiirini yüksek
sesle okuyorum içimden.
Yorumlar
Yorum Gönder