Smolenskaya Bulvarında
alt geçitte ilerliyorum. Adamın biri öyle güzel keman çalıyor ki, durup
dinleyecek oluyorum bir an. Oysa durup dinleyen yok, gelip geçen var sadece.
Cüzdanımdan bir banknot çıkarıp adamın çantasına atıyorum. Kaçar gibi
uzaklaşıyorum sonra da. Müzik susuyor birden. Müzisyen arkamdan sesleniyor: “Gaspadin,
gaspadin (beyefendi)!”
“Beş bin Ruble bu, yüz
Ruble diye mi düşündünüz?”
“Öyle mi olmuş!”
“Geçit yarı loş
olduğundan anlamadınız demek ki. Hak etmediğim şeyi almak istemem.”
Orta yaşlı, sakalını
özgür bırakmış müzisyenin dediği doğruydu. Yüz Ruble diye düşünmüştüm ama
yanlışlık olmuştu demek ki. Adamın şehrin güzelliğine, alt geçitin atmosferine
kattıkları yanında önemsizdi konu. “Kısmetinmiş” demek istedim ama Rusçası
aklıma gelmedi. “Buna ihtiyacım yok, lütfen kabul edin”, dedim.
Adam kararlı olduğumu
anlayınca teşekkür edip geri döndü.
Uzun zaman önce kol
saati takmayı bırakmıştım. Alt geçitten çıktığımda duraklayıp, saati kontrol
ettim telefonumdan. On biri yirmi geçiyordu. Eve gitmeyecektim. Moskova’da
yağmursuz yaz gecelerinin kıymetini biliyordum. Hem oraya yürüyebilirdim.
O sırada arkamdan gelen
iki kız selam verdi.
“Kemancıya davranışınız
çok hoştu”, dedi biri.
“İşte şehirdeki iyi
adam!”, dedi öbürü.
“Kafa buluyorsunuz!”,
dedim.
“Yok yok siz ona
bakmayın, davranışınız hoşumuza gitti gerçekten”, dedi ilk söze giren.
Kızlar duraklamıştı.
Neden gitmemişlerdi ki her zamanki gibi? “Adın ne”, diye sordu biri. Gecenin
bir vakti güzel bir kız, adın ne diye soruyorsa samimi şekilde, hafife
almamalıydı bunu. “Adım Borges” dedim. Bu da nereden çıktı anlamamıştım ama. O
gün Binbir Gece Masalları ve Borges hakkında bir şeyler okumuştum. Bundandı
belki. Belki de gerçek üstü bir kapı aralamak istemiştim. Uçak Krizi
sonrasındaki havanın etkisiydi belki de. Bilmiyorum.
“Latin misin yani?”,
diye sordu kızlardan biri.
“Ne fark eder ki bu
saatte?”
“Evet boş verelim” dedi
öbür kız.
Binbir gece masallarına
benzerliği ne olabilirdi ki bu anın? Burası Moskova’ydı. Güzel bir kadınla
ansızın konuşabilirdin de, gülüşebilirdin de. Gerçek üstü yanı yoktu. Ama benim
için olabilirdi belki. Kendi gerçekliğimde böyle anların devamını getirememiş,
pişmanlık duymuştum sonra da. Bir hafta önce “Nerelisin” diyen kızlara “Türküm”
dediğimde “İtalyan değilmiş gidelim”, demişlerdi. Şimdi Borges’le mutlu
olmalıydık hepimiz!
“Hava çok güzel, Gorki
Park’a yürüyelim mi?”, dedim. Birbirlerine baktılar. “Neden olmasın”, dedi ilk
söze giren.
Dışişleri Bakanlığının
önünden Gorki Park’a doğru yürümeye başladık. Kızlardan biri kafede, diğeri de
bir firmanın muhasebe bölümünde çalışıyormuş. Adları Anna ve Yulya imiş. Rusçam
idare ediyordu. Kendi İngilizcelerini beğenmezken aynı seviyede olan Rusçama
övgüler yağdırmaları motive ediciydi. Neşeme diyecek yoktu. Yaz ne güzeldi
Moskova’da!
“Gorki Parka yürümek çok
güzel”, dedim.
“Neden ki, sıradan bir
şey değil mi?” diye sordu Anna.
Çünkü, yaz ne kadar
özlenen, ne kadar kısa ve ne kadar güzelse Moskova’da, saatin on ikisinde nehir
kenarında, dalga dalga kabaran o coşku selinin içinde, gelip geçenlerin
arasında olmak da öyle güzel diye düşündüm. Ama bunları olduğu gibi ifade etmek
için Rusçama güvenemedim.
“Hava çok güzel, ilginç
bir gece olacağını hissediyorum” dedim sadece.
“Hadi ya, başka?” dedi
Yulya.
“Hem Gorki Park’ı çok
seviyorum.”
“Evet, belli oluyor.”
Çünkü orada esintili bir
yaz gecesi şimdi. Gençlik fışkırıyor, heyecan da. Kimse kimseye bağırmıyor,
düşmanca niyetler beslemiyor. Huzurla yürüyor, oturuyor, sohbet ediyor herkes.
Genci de yaşlısı da. Soluk aldığımız her anın, kısa yaz akşamlarının ne denli
kıymetli olduğunu, kadınlar olmadan dünyanın hiçbir işe yaramayacağını
anlatıyor Gorki Park. Sessizlik anında bunlar geçmişti aklımdan.
Kızların Gorki Park’a
gitme fikrinden benim kadar heyecan duymadığını hissediyordum ama. Bunu, yol
boyunca mekanlara dikkatle bakmalarından, bu ayakkabılarla da yürümek zor
oluyor demelerinden anlıyordum. Ama, Smolenskaya Bulvarında, iki kadının
yanında, sırlarla dolu bir yabancı olarak yürümek keyif vericiydi.
“Borges”, deyip
duraklıyor Anna. “Şurada bir karaoke bar var, bir baksak mı, bir şeyler
atıştırır, sonra enerjimiz olursa yürürüz”, diye devam ediyor.
“Şeyy… Öyle istiyorsanız neden olmasın.”
Stalin tipi bir binanın
girişinden iki basamak aşağı iniyoruz. Müzik aletlerinin başında siyah tişörtlü
bir adam duruyor. Kapı girişinde dikilen uzun boylu, ince yapılı bir garson da
göze çarpıyor. Küçük bir mekan. Tuhaf olan ise sadece bir müşteri var. Yalnız
bir kız. Nargile tüttürüyor.
Gurup halinde gelip,
arkadaş arasında karaoke şarkı söylemek eğlenceli olabilir belki. Ya da diğer
insanların arasında sosyalleşmek. Ama yalnız başına bir kızın şarkı isteyip,
sonra da mikrofonu alarak kendi kendine söylemesi ilginç geliyor.
Geniş bir masaya
oturuyoruz. Salata sipariş ediyor kızlar, biraz da şarap içmek istediklerini
söylüyorlar. “Kaniyeşna (elbette)”, diyorum keyifle.
Garson sipariş ettiğimiz
Fransız şarabını hızlıca getirip kadehleri dolduruyor. “Şerefe”, deyip
gülüşüyoruz.
Oralı değilmiş gibi
davranan yalnız kızın merak yüklü bakışlarını hissediyorum bir yandan.
Sohbet iyi gidiyor.
Yalnız kız birkaç şarkı söylüyor bu arada. Bizimkiler de ondan geri kalmıyor.
Sırayla şarkı isteyip, mikrofonu ellerine alıyorlar. Hızlıca barın orta yerine
atılıp söylemeye başlıyorlar. Bir tür stres atma, içini dökme, biraz da keyif
alıp eğlenme gibi bir faaliyet sanırım. Bizimkiler sahneye atılıp söylemeye
çalışırken, yalnız kız yerinden söylemeyi tercih ediyor. Bir ara bizim kızları
küçümsediği kanısına kapılmıyorum değil.
“Borges, neden İspanyolca şarkı
söylemiyorsun?” diyor, Anna.
“İspanyolca mı?”
“Evet, sizin oralardan
söyle bir şey. DJ hangi şarkı olsa buluyor internetten.”
“Şey… Ben hiç böyle bir
şey yapmadım ki daha önce.”
“Hadi kırma bizi.”
Yalnız kızın bakışları
da bizim masada.
“Şarkı söylemeden
bırakmayız seni” diye ısrar ediyor kızlar.
“Tamam ama, İngilizce
bir şarkı olsun ki, sizler de takip edebilin”, diyorum.
“Tamam, ne
söyleyeceksin?”
“Imagine…”
Hayatımda
ilk defa dört müşterisi olan küçük, ilginç bir mekanda, karaoke şarkı
söylüyorum.
Imagine all the people…
Ekranda John Lenon’ın
fotoğrafı duruyor. Yazıları müzik eşliğinde okumaya çalışıyorum. Hoşuma gidiyor
mu, evet.
Yulya ve Anna: Naif,
eğlenmek isteyen iki genç insan. Onların arasında iyi hissediyorum. Fakat şu yalnız kız da
gecenin parçası olmuş durumda çoktan.
Şarkı bittiğinde
bizimkilerin sipariş ettiği yeni bir şarkı giriyor devreye. İkisi de sahneye
atılıyor. Ağır bir şarkı. Dans ediyoruz sırayla. Yalnız kızın bizi izlerken
eğlendiğini hissediyorum nedense. Bıyık altından gülüyor gibi. Niye?, bilmiyorum.
Anna’nın şarap kadehiyle dans etmeye çalışan haline mi, benimle dans etmek için
girdikleri yarışa mı, hiçbir şeyi umursamayan hallerine mi, benim tutuk, acemi
hallerime mi emin değilim.
Yeniden masaya
oturduğumuzda bizim kızlar şerefe diyor. Sertçe vuruyorlar kadehleri.
“Borges, biz gitmek
zorundayız, yarın iş var”, diyor Anna.
“Şimdi mi?”
“Evet, hadi hep birlikte
çıkalım.”
“Yok, ben birazcık daha
oturayım, sonra da Gorki Park’a yürüyeceğim.”
“Bu saatte ne Gorki
Park’ı artık?”, diyor Yulya.
“Saatte bir şey yok ki,
orada sabaha kadar yürüyen, eğlenen insanlar oluyor hafta sonu, biliyorum
bunu.”
“O zaman biz gidelim,
kusura bakma”, diyor Anna. İkisi de yanaklarımdan öpüp ayrılıyor. Elime de bir
kağıt sıkıştırıyorlar. Perşembe günü akşam saat yedide Anna’nın doğum günü
partisi varmış, bekliyorlarmış. Altında da adres yazıyor.
Hüzünleniyorum nedense. Hesabı
istiyorum bu arada. Yalnız kız da istiyor hesabı. Bakışlarımız karşılaştığında
gülümsüyor.
“Borges mi adın?”
“Evet.”
“İspanyol’a değil de
İtalyan’a benziyorsun.”
“Öyle mi?”
“Nedir bu Gorki Park
olayı bu arada? İstemeden kulak misafiri oldum da. İlla böyle gece vakti
yürümen mi gerekiyor?”
“Şey…”
Aynı anda geliyor
hesabımız. Para üstünü alıp bahşiş bırakıyoruz. Aynı anda da çıkışa
yöneliyoruz. İkimiz de böyle olmasını istiyoruz galiba.
“Pardon isminiz neydi
acaba?”
“Anna.”
“Sizin de mi?”
“Rusya’da çok kullanılan
bir isimdir.”
Caddedeyiz yeniden.
Geceye tatlı bir esinti hâkim olmuş. On şeritli cadde aydınlık olabildiğince.
Geniş kaldırımlar da öyle. Ama ortalık sessizleşmiş artık.
“Neden
yalnızdın orada?”, diye soruyorum.
“Sizi bekliyordum.”
“Nasıl yani?”
“Sizi derken gelecek
müşterileri, sıkılmıştım iyice.”
“Anlamadım.”
“Aslında arkadaşlarım da
gelecekti ama son anda önemli bir işleri çıktı. Ben de tek başıma eğleneyim
istedim. Siz gelince de daha fazla kalmış oldum. Neden Gorki Park’ta ısrarcı
oldun o kadar? Başka yerler bilmiyor musun yoksa?”
“Yok, olur mu,
Moskova’yı gözü kapalı bilirim.”
“Nasıl oluyormuş bu?”
“Şey… Anlatacağım.”
“Ne zaman? Vaktim az.”
“Kırım Köprüsünden Gorki
Park’a bakarken.”
“Seninle oraya kadar
geleceğimi mi düşünüyorsun?”
“Zaten yakın. Oraya
kadar yürüyelim. Hem gelmesen de ben yürüyeceğim.”
“Sadece köprüye kadar.”
“Bu arada benim adım
Borges değil, Kemal.”
“Bak şimdi! Neden yaptın
ki böyle bir şey?”
“Uçak Krizinden sonra
birkaç kez yaptım. İlk zamanlar çok zordu her şey. Ama bugün farklı nedenler de
vardı galiba.”
“Korkuyor muydun yani?”
“Olumsuz bir şey yaşamak
istemiyordum”, diyelim.
“Kızmadım o kadar da,
sıkma canını.”
Kırım Köprüsünün
üzerindeyiz artık. Saat iki buçuk. Gece ışıklarıyla parıldıyor Moskova Nehri.
Gorki Park’ta hala insanlar var. Nehir kenarındaki merdivenlere oturmuş
sevgililer sarmaş dolaş. Bisiklete binenler, kaydırak kullananlar…
“Evet Kemal, Moskova’yı
gözü kapalı bilirim diyordun, anlat artık! Hem nedir bu Gorki Park ısrarı?”
“Olmadan yürüdüm
buralarda, şimdi neden yürümeyeyim?”
“Bir şey anlamadım .”
“Anlamın peşinde
gidiyoruz, ama kendisi olamıyoruz”, dedim.
“Gecenin bir vakti kafa
mı buluyorsun benimle.”
Neden vazgeçmiştim
bilmiyorum. Ama beklediği cevabı alamamıştı Anna. Köprüden Gorki Park’ı
seyrettik bir süre.
“Gitmek zorundayım”,
dedi. “Hoş çakal.”
“Da sividanya Anna
(Hoşçakal).”
Kırım Köprüsünden
aşağıya doğru iniyorum merdivenlerden. Bir banka oturuyorum önce. Teskin edici
bir esinti geliyor Moskova Nehri’nden.
Ankara’da ara vermek
zorunda kaldığım Moskova’daki yaşantıma geri dönmüştüm artık. Uzun ilaç seanslarında yaptığım gibi
gözlerimi kapayıp yürümeye başladım. Ne Uçak Krizi ne de başka bir şey
geliyordu aklıma. Bedenim esintiye karışıp, gezindi parkın içinde.
Yorumlar
Yorum Gönder