Moskovalı konuklara Ankara’yı gezdirmek

Kıramayacağım bir tanıdığım Moskova’dan konuklar olacağını söylemiş, onları Ankara’da gezdirme konusunda yardımımı istemişti. Elbette deyip, gönüllü olmuştum ama sonrasında düşüncelere dalmıştım biraz. Yabancıları İstanbul’da gezdirmek, onları İstanbul’la sarhoş etmek hoşuma giderdi doğrusu. Ama kent gereklilikleri açısından bazı şeyleri eleştirdiğim Ankara olunca konu duraklamıştım. Başkentimizi beğenmelerini isterdim doğrusu ama belki de ilginç bulmayacaklardı Ankara’yı. İyi bir plan yapmalıydım.

Öğrencilik yıllarında daha mı güzeldi Ankara, benim kafa mı güzeldi bilmiyorum. Yoksa dünyanın önemli şehirlerinden haberim mi yoktu o zamanlar?


Şehirleri güzelleştiren tarihi ve coğrafi unsurlardan yoksunduk ne yazık ki. Ama yine de kentleri yaratan asıl etken insanların kendisi.

Hayallere dalmıştım bir an. Şehirde çok büyük, merkezi bir park, meydanlar, Atatürk Bulvarından Ulusa doğru olan güzergah boyunca estetik sokak lambalarıyla aydınlatılmış, ışıl ışıl kaldırımlar, kafeler, usulünde ışıklandırılmış tarihi binalar, trafiğe kapatılmış sokaklar, bisiklet yolları. Artık kaldırımları neredeyse kalmayan Atatürk Caddesinin bir Şanzelize olmaması için neden yoktu halbuki. Neden araçlara öncelik vermiştik ki bu kadar?

Gerçeklere dönecek olursak, Moskova’yı bilmeyen biri olarak gezdirecek olsaydım konukları bu kadar düşünmezdim belki de. Ama biliyordum ki ışıl ışıl caddeleri olan, Moskova Nehrinin şehrin içinde yüz kilometreden fazla dolaştığı, her yerinden tarihi bina fışkıran, canlı, güzel bir şehirden gelen insanlar olacaktı. Keşke İstanbul’u gezdirecek olsam diye geçirmiştim içimden. Her şeye rağmen güzeldi hala! Göz bebeğimiz, her türlü övgüye layık İstanbul’da boğaza bir bakış atmaları yeterdi nasılsa.

Fakat Ankara da Atatürk’ün armağanı, Cumhuriyetimizin başkentiydi sonuçta. Ne olursa olsun en iyi yönleriyle anlatacaktım elbette. Sonuçta nüfusu beş milyondan fazla kocaman bir şehirdi. Bir sürü mekan bulabilirdim. Kendimi olumlu düşünmeye zorluyordum.

Mekanları tek tek düşünmeye başladım. Ulus-Sıhhıye hattında Cumhuriyetin o ilk heyecanından kalan tarihi binaları gösterecektim önce. Sonra kale bölgesine ve Hamamönü’ne götürecektim. Alış veriş merkezlerine götürecek halim yoktu neticede. Akşam vakti için şöyle keyifli bir şehir gezisi yaptıracağım ışıl ışıl, geniş kaldırımları olan, insanların keyifle yürüyüp kent havası soluyacağı caddeler düşündüm ama bulamadım pek. Kızılay bakımsız ve karmaşıktı. Tunalı geldi aklıma. Bir tek ora vardı doğru düzgün. Belki Yedinci Cadde, sırf hareket var diye. Ama bunlar bir Kamergenski, Arbat değildi ne yazık ki.  Ya da onlara Gorki Park gibi bir yer gösteremezdim.

Bir ara müzeler geldi aklıma. Anadolu Medeniyetleri, Etnografya, Rahmi Koç, Eski Meclis, Resim Heykel müzeleri mesela. Ve mutlaka Anıtkabir.

Ama onları neyle daha çok mutlu edeceğimi biliyordum. Türk mutfağıyla tabi ki. Yıldızdaki Adanalı İsmail Usta, Kızılay’daki Rumeli, Ulus’ta Boğaziçi Restoran, Eskişehir yolundaki Çiçek Lokantası gibi yerler olabilirdi mesela. Çorbalar, adanalar, kuzu şişler, tandırlar, Ankara tavalar, künefeler, kabak tatlıları, ayva tatlıları, baklavalar hepsi tek tek geçiyordu aklımdan. Bu yemekleri Moskova’da aynı tatta bulamazlardı bence.

Her şeye rağmen bu da bizim şehrimizdi işte. İnsanların İstanbul gibi “Yeneceğim ulan seni” dediği zor ve büyülü bir şehir değildi ama Atatürk’ten armağandı sonuçta. Yine de keşke daha iyi davranabilseydik Ankara’ya…


Yorumlar